Adım attığımız her yerde, kar dizlerimize kadar gömülüyor, botlarımız buz gibi kar yığınını yutuyordu. Ancak zirveye ulaşmak için hiçbir engel bizi durduramazdı. İnat ettik. Dazlacık Zirvesi'ndeki orman gözetleme kulesine ulaşmak hedefimizdi. Rüzgârın savurduğu kar fırtınası gözlerimizi yaksa da, her adımda içimizde büyüyen heyecan ve azim bizi zirveye taşıyordu. Zirveye ulaştığımızda zaman durdu. Kuleden, gözlerimizin önüne serilen manzara, tüm yorgunluğumuzu silip süpürdü.
Gireniz Vadisi gözlerimizin önüne serilmişti. Bozdağlar, karla kaplı heybetiyle yükseliyor, Gireniz bir beyaz deniz gibi uzanıyordu. Rüzgârın sesi, kayalıkları döven fırtına ile birleşip adeta bir destanı kulağımıza fısıldıyordu. Aşağılarda, söğüt ve çam ağaçlarının arasından kıvrıla kıvrıla süzülen Dalaman Çayı, beyazın içinde bir gümüş gibi parlıyordu. Gökyüzü, gri ve beyazın muhteşem dansını sergiliyor, bulutlar Gireniz'in üzerinde bir sis perdesi gibi yayılıyordu.
O manzaranın önünde, her şeyi geride bırakıp sadece zirveye ulaşmanın gururunu yaşıyorduk. Okan’la birbirimize bakıp zafer kazanmış savaşçılar gibi kahkahalar attık. Çantamızdan fıstıklarımızı ve kolamızı çıkarıp, enerjimizi korurken bu anın unutulmaz olacağını hissediyorduk. Ancak bu kar fırtınalı zirvede fazla kalamazdık. Kar fırtınası şiddetini artırmış, hava iyice soğumuştu. Birkaç saatte tırmandığımız zirveden, 15-20 dakikada aşağıya indik. Ve inerken, kar topu savaşı yaparak gençliğimizin coşkusunu yaşadık.
Köye vardığımızda,anamın sıcacık sobasında pişen kestanelerin ve fokur fokur kaynayan çayın kokusu bizi karşıladı. Cennete düşmüş gibiydik. Çaydanlık sobanın üzerinde buharını ıslıklar eşliğinde boşaltıyordu. Babam çay doldurmak için sobanın kenarına geçecekken ben, “Sen zahmet etme baba, ben doldururum” diyerek çayları kendim doldurdum. 2. kez çay bardaklarını doldururken, muhabbetin tam da ortasında, çaydanlığı sobanın üzerine bıraktığımı sanmıştım ki, meğer boşluğa bırakmışım. Bir anda kaynayan su, olduğu gibi ayağımın üzerine döküldü.
Tarif edilmez bir acıyla çığlık atarken, refleksle çorabımı çıkardım. Ama işte en büyük hatayı o an yaptım. Çorabı çıkarırken, onunla birlikte ayak derim de soyulmuştu.
Ev bir anda panik yerine dönmüştü. Annem ve babam, leğene soğuk su doldurup ayağımı içine koyarak acımı hafifletmeye çalışıyordu. Kuzenim Okan, vakit kaybetmeden amcası Ali’yi çağırdı ve beni en yakın sağlık ocağına götürmek için yola çıktık. Arabanın içinde ağrının sarsıcı etkisiyle gözlerim dolarken, ne kadar büyük bir yanık olduğunu anlamaya başlamıştım.
Sağlık Ocağına vardığımızda, kapıyı açan sağlık görevlisi bizi derhal aile hekimimiz Kuzörenli Mustafa Necati Sert’e götürdü. Doktor, gözlüklerinin üstünden yarayı inceledi. Ve bana dönerek "hiç korkma, bir şey yok." dedi. Sözleri, bir hekimin merhametini ve kararlılığını taşıyordu. Yanında hemşire Pelin Hanım vardı. İkisi de, sanki Yeşilçam filmlerinden fırlamış bir doktor ve hemşire gibiydi.
Mustafa Necati Bey, ilk müdahaleyi yaptı ve ayağımın durumunu dikkatlice inceledi. Sonra gözlerime bakıp gülümseyerek, “Bu iyileşecek, ama sabırlı olmalısın, ve sözümden çıkmamalısın.” dedi. Ailemi sakinleştirdi ve bana umut aşıladı. Günlerce süren tedavi sürecinde, her gün aynı özveriyle ilgilendi.
Acıpayam Devlet Hastanesi'ne gittiğimizde, oradaki sağlık görevlileri Mustafa Necati Bey’in tedavisine itiraz etti. "Yanığa bu şekilde müdahale edilmesi sakıncalı!" diyerek başka bir tedavi uyguladılar. Fakat onların uyguladığı yöntem ayağımı daha da kötü hale getirdi. Ve yine soluğu Kelekçi Sağlık Ocağı'nda aldık. İşte tam o noktada, Mustafa Necati Bey’in gerçek bir köy doktoru olduğunu bir kez daha anladım.
“Bu böyle olmaz!” dedi, kararlılıkla. “Bu çocuğun tedavisi benim sorumluluğumda. Bundan sonra her gün yanıma geleceksiniz, bu tedaviyi ben yürüteceğim.”
O, sadece bir doktor değildi; aynı zamanda bir savaşçıydı. Kendi yöntemleriyle, incelikle, bilgisiyle ve sabrıyla, ileri derecede yanık teşhisi konulan ayağımı tamamen iyileştirdi. Ve en önemlisi, hiçbir iz kalmadı.
Mustafa Necati Bey, yalnızca bir köy doktoru değil, aynı zamanda adanmışlığın simgesi oldu gözümde. Gerçek hekimlik, büyük hastanelerin steril duvarları arasında değil de, insanın kalbine dokunan sıcak ellerde saklıymış meğer. Kendisi reçeteler yazıp mesaiyi doldurmanın ötesine geçerek, gönlümde güvenin ve umudun adı oldu.
Yıllar sonra dönüp baktığımda, onun aslında bir kahraman olduğunu daha iyi anlıyorum.
Halil Baki ÇELEN